Menekşe Gülbeyaz'ın kitabını elime aldığımda ateşler içindeydim. Ve yine çığ altında kalmış çölemerikli bir çobanın bedeni gibi üşüyordum.
Beynimin bütün kıvrımlarında, kılcal damarlarımda, gördüğümü yorumlamamı sağlayan hücreler, hatırlamamı sağlayan, benliğimde yuva kurmuş sözcükler; soğuk kış günlerinde, damdaki saçaklarından yere düşmeye, daha doğrusu kafamda azıcık da olsa kalmış aşk sözcüklerini yakmak için, buzdan kılıçlar gibi düşüp delmeye ve başımdan bedenime, oradan da yüreğimin ısınık kalmış odacıklarına ulaşmak ve dondurmak için yolculuğa çıkmak üzereydi.
Acaba elimdeki sözcükler örgütlenmiş bir roman mıydı? Ya da sayfalarını karıştırsam, aklımı yakacak ya da donduracak duygular yumağı bir öykü müydü?
Şark Çıbanlı Ahmed Usta'nın dediği gibi, dağ başında unutulmuş, üşümüş bir aşiret kızının gözyaşlarını, kendi dilince okuyan bir şiir miydi? Yoksa yılların renginin yer yer solduğu bir güzel resim miydi? Güzel heykellerden nefret eden vandallar tarafından, kolları ve başı hoyratça kopartılmış bir yontu kalıntısı mıydı?
Veya yetmişinde aşık olduğu on beşlik kıza;
“Gönlümle yaşımı edemedim eş
Yaşım yetmişinde, gönlüm yirmi beşinde...” diyen Karacaoğlan'ın, o güzel şiirinin bükülüp atılmış ilk yazımının, aşktan anlayamaz yozların elinden yere düşmüş hali miydi?
Sırtını sıvayarak yaydığı mal; davarı suya indiren çobanın türküleşen çığlıkları mıydı?
Bilemiyorum yanacağımı, donacağımı, tuz buz olup dağılıp galaksimizde yiteceğimi... Bir an bile düşünmedim, okudum sonunda.
Şunu dedim kendim:
Menekşe canımın içi
Yazdıklarına adı, okuyanlar koysun istedim.
Yerimde buzda yandım,
Yerimde güneşte dondum.
Bu dünyada azınlıksın,
Seni okurlarsa, çoğalırsın...
Yorum yaz